BERCESTE VE İZAHI – 137–
BERCESTE VE İZAHI – 137–
1. Yunus Emre: Hayat Yolculuğu ve Aslî Vatan
İktibas
بو دنیایه کلن کیشی آخر یینه کیتسه کرک
مسافردر وطننه بر کون سفر ایتسه کرک
Bu dünyâya gelen kişi âhir yine gitse gerek
Misâfirdir vatanına bir gün sefer etse gerek
Yunus Emre
Bu dünyaya gelen kişi, işin sonunda yine gidecektir.
Dünya gurbetinde misafir olan insan bir gün asli vatanına elbette sefer edecektir.
İzah ve Açıklama
Büyük mutasavvıf ve halk şairi Yunus Emre, bu beytinde hayatın en temel hakikatlerinden birini, fâniliği ve insanın bu tabiat âlemindeki yerini tasvir etmektedir. İlk mısrada, dünyaya gelen her canlının, bilhassa insanın, bu âlemde kalıcı olmadığı ve neticede buradan ayrılmak mecburiyetinde olduğu vurgulanır. “Âhir yine gitse gerek” ifadesi, bu ayrılığın kaçınılmaz bir akıbet olduğunu kesin bir dille belirtir.
İkinci mısra, bu gidişin mahiyetini daha da derinleştirir. İnsan, bu dünyada bir “misafir”dir. Misafirin ise vazifesi, kendisine ikram edilen nimetlerden istifade etmek, ev sahibine hürmet göstermek ve vakti geldiğinde kendi asıl yurduna, “vatanına” dönmektir. Buradaki “vatan” kelimesi, ruhlar âlemini, yani insanın Allah’ın “Elestü bi-Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) hitabına “Belâ” (Evet, Rabbimizsin) diye cevap verdiği o ezel meclisini, cenneti ve Allah’ın manevî huzurunu remzeder. Dolayısıyla bu dünyadan ayrılış, bir yok oluş değil, bir “sefer”dir; gurbetten sılaya, fâniden bâkiye bir yolculuktur.
Makale: Misafirhaneden Ebedî Vatana Hicret
İnsan, hafızasıyla geçmişin derinliklerine, hayaliyle geleceğin ufuklarına uzanabilen, lakin bedeniyle zaman ve mekânla mukayyet bir varlıktır. Bu zıtlık, onun bu dünyaya ait olmadığının en büyük isbatıdır. O, bu âleme imtihan için gönderilmiş, vazifeleri olan ve süresi mahdut bir yolcudur. Yunus Emre’nin “misafir” teşbihi, bu hakikatin en beliğ tasvirlerinden biridir. Dünya, rengârenk tezyinatıyla, lezzetli nimetleriyle ve aldatıcı meşgaleleriyle süslenmiş bir misafirhanedir. Akıllı misafir odur ki, misafirhanenin fânî süslerine gönül bağlayıp ev sahibini unutmaz ve yol hazırlığını ihmal etmez.
Tarih sahnesi, bu misafirhaneyi kendi mülkü zanneden nice hükümdarların, servetine güvenen nice zenginlerin ve kuvvetiyle gururlanan nice zorbaların enkazıyla doludur. Nemrutlar, Firavunlar, Karunlar bu dünyanın ebedî sahibi olmak istediler, lakin hepsi de bu handan birer birer ayrılıp hesap vermek üzere aslî vatanlarına sefer ettiler. Onların ibretli hayatları, misafirin ev sahipliği taslamasının ne denli büyük bir yanılma olduğunu gösterir.
Bu hayat yolculuğunun hikmeti, misafirhanenin Sahibi’ni tanımak, O’nun eserlerindeki sanat ve hikmeti nazar-ı dikkate alarak tefekkür etmek ve O’nun rızasına muvafık bir hayat sürmektir. Kur’ân-ı Kerîm bu hakikati şöyle beyan eder:
”Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmura benzer ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; ardından da çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azap, Allah’tan bir bağışlama ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadîd, 57/20)
İnsan, bu misafirhanede kaldığı müddetçe, kalbini aslî vatanının hasretiyle diri tutmalıdır. Her gün batımı, ömür takviminden bir yaprağın daha düştüğünü; her yeni sabah ise yol hazırlığı için bahşedilmiş yeni bir fırsat olduğunu idrak etmelidir. Zira sefer yakındır ve azıksız yola çıkanın menzile varması müşküldür. En hayırlı azık ise takvadır. Bu fânî misafirhaneden ebedî saadet saraylarına namzet olanlara ne mutlu!
Özet
Yunus Emre, insanın dünyada kalıcı olmadığını, bir misafir gibi olduğunu ve aslî vatanı olan ahirete bir gün mutlaka sefer edeceğini hatırlatır. Bu makale, dünyanın aldatıcı ve geçici bir misafirhane olduğu, akıllı insanın bu gerçeği idrak ederek aslî vatanı için hazırlık yapması gerektiği düşüncesini, tarihî ve âyet-i kerîmelerle destekleyerek ele almaktadır.
2. Kâmî: Kelâmın Ötesinde Bir Dost Arayışı
İktibas
طبعم نه منطق و نه بدیع و بیان آرار
بی حرف و صوت سویلهشهجک همزبان آرار
Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
Tab’ım ne mantık u ne bedî’ ü beyân arar
Bî-harf u savt söyleşecek hem-zebân arar
Kâmî
Tabiatım ne kelâm ne etkileyici söz ne de sanatlı söyleyiş arıyor.
O, harfsiz ve sözsüz konuşabileceği bir dost arıyor.
İzah ve Açıklama
Divan şairi Kâmî, bu beyitinde zâhirî ilimlerin ve lisanın ifade kabiliyetinin sınırlarına işaret ederek, derûnî ve manevî bir ünsiyet arzusunu dile getirmektedir. “Tab’ım” yani “yapım, fıtratım, tabiatım” diyor şair. Bu tabiat, artık mantık ilminin kuru kaidelerini, belâgat ilminin sanatlı ve süslü ifadeleri olan bedî’ ve beyânı aramıyor. Zira bunlar, aklı ikna etmeye ve nefsi hoşnut etmeye yarasa da ruhun derinliklerindeki ihtiyaca cevap vermekten âcizdir.
Şairin asıl arayışı ikinci mısrada gizlidir: “Bî-harf u savt söyleşecek hem-zebân arar.” Yani “harfsiz ve sessiz” bir şekilde anlaşabileceği, aynı dili değil aynı hali, aynı kalbi paylaşabileceği bir “hem-zebân” (gönül dostu, yoldaş) aramaktadır. Bu, kelimelerin kifayetsiz kaldığı, manaların kalpten kalbe sükût ile aktığı bir ünsiyet mertebesidir. Tasavvufta bu hâle “hâl diliyle konuşmak” veya “kalbî irtibat” denir.
Makale: Sükûtun Belâgati ve Gönül Dili
İnsanlık tarihi, aynı zamanda lisanın ve ifadenin de tarihidir. Mantık, felsefe ve belâgat, hakikati ifade etmek ve muhatabı ikna etmek için geliştirilmiş en mühim vasıtalardır. Ancak hikmet, bu vasıtaların ötesinde bir arayışı daima fısıldamıştır. Zira en sanatlı kelimeler, en muhkem mantıkî deliller dahi, ilahî aşkın bir tecellisini, derûnî bir hüznü veya kalbî bir ferahlığı tam manasıyla tasvir etmekten aciz kalabilir. İşte Kâmî’nin beyti, bu acziyetin ve ötesine duyulan hasretin terennümüdür.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Şems-i Tebrîzî ile olan münasebetinde tam da böyle bir “hem-zebân” bulmuştu. Onların arasındaki muhavere, kitapların ve medrese ilminin ötesinde, ruhların sükût içinde anlaşmasıydı. Bu, harflere ve seslere ihtiyaç duymayan bir bilgi ve sevgi alışverişiydi. Zira hakiki dostluk ve manevî yoldaşlık, zihinlerin değil, kalplerin ittifakıdır. Kalpler birleştiğinde, sükût en beliğ lisan hâline gelir.
Bu arayış, sadece insandan insana değil, insanın Rabbiyle olan münasebetinde de en yüksek seviyesine ulaşır. Kul, dua ve niyazında bazen kelimeleri yetersiz bulur. Gözyaşları, derin bir ah çekiş veya samimi bir sükût, ciltler dolusu kitabın ifade edemeyeceği manaları Allah’ın ilmine arz eder. Allah, kulunun sadece dilinden dökülenleri değil, kalbinden geçen “harfsiz ve sessiz” niyazları da işitendir. Nitekim Zekeriyyâ Peygamber’in (a.s.) duası Kur’ân-ı Kerîm’de, “Rabbim! dedi, kemiklerim zayıfladı, saçım başım ağardı. Ve ben, Rabbim, sana ettiğim dua sayesinde hiç bedbaht olmadım.” (Meryem, 19/4) gibi samimi ve kalbî bir yakarışla başlar. Bu, belâgatten ziyade, samimiyetin ve acziyetin lisanıdır.
Netice olarak, Kâmî’nin beyti, modern insanın gürültü ve kelime bombardımanı içinde kaybettiği sükûtun hikmetini ve kalbî irtibatın ne denli derin bir ihtiyaç olduğunu hatırlatmaktadır. İnsan, hakiki huzuru ve anlayışı, zâhirî dünyanın lafız kalabalığında değil, ruhunun sessizliğinde kendisiyle ve Rabbiyle konuşabilen bir “hem-zebân” bulduğunda idrak edecektir.
Özet
Kâmî, fıtratının artık mantık ve belâgat gibi zâhirî ilimleri değil, harflere ve seslere muhtaç olmadan, sükût ile anlaşabileceği bir gönül dostu aradığını ifade eder. Bu makale, kelimelerin hakikati ifadede yetersiz kalabildiğini, asıl ünsiyetin kalpten kalbe kurulan manevî bir bağ ile mümkün olduğunu, bu durumun hem insanlar arası münasebetlerde hem de kulun Rabbiyle olan irtibatında en yüksek seviyeye ulaştığını anlatmaktadır.
3. Ârif: Zamanın İzafiyeti ve Ömrün Kısalığı
İktibas
ایشبو معنای بدیهی کورینن کون کیبیدر
عمر بیک ییل دخی اولسه یینه بر کون کیبیدر
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
İşbu ma’nâ-yı bedîhî görünen gün gibidir
Ömr bin yıl dahi olsa yine bir gün gibidir
Ârif
Görünen gün kadar açık ve belirgin olan bir mânâ vardır.
İnsanın ömrü bin yıl dahi olsa insana sanki bir günmüş gibi kısa gelir.
İzah ve Açıklama
Ârif mahlaslı şair, bu beytinde zaman düşüncesi ve ömrün geçiciliği üzerine “bedîhî” yani apaçık, delile ihtiyaç duymayan bir hakikati dile getirmektedir. İlk mısra, söylenecek sözün herkes tarafından bilinen, güneş gibi âşikâr bir gerçek olduğunu peşinen ifade eder. Bu, beyitin tesirini güçlendiren bir giriştir.
İkinci mısra ise bu apaçık manayı ortaya koyar: İnsan ömrü, Nûh Peygamber (a.s.) gibi bin yıl veya daha fazla sürse bile, nihayetinde geriye dönüp bakıldığında “bir gün gibi” kısa gelecektir. Bu, zamanın izafî (göreceli) yapısına ve insan hafızasının geçmişi nasıl tek bir an gibi anladığına dair derin bir nazar ve bakıştır. Özellikle ölüm anında veya ahirette, dünyaya ait bütün bir hayatın bir rüya, bir anlık hatıra gibi görüneceği hakikatine işaret eder.
Makale: Bir Gün Gibi Geçen Bin Yıllık Ömür
Zaman, modern ilmin dahi sırlarını tam olarak çözemediği, hem zâhirî hem de derûnî boyutları olan muammalı bir mefhumdur. Bizler onu saatlerin tik-taklarıyla, takvim yapraklarıyla ölçeriz; ancak ruhumuzun derinliklerinde zaman, mutlulukla genişleyen, hüzünle daralan, izafî bir akışa sahiptir. Ârif’in beyti, bu izafiyetin en çarpıcı tecrübe edileceği an olan ömrün sonu ve sonrasına dikkat çeker.
Tarih, binlerce yıl yaşamayı arzulayan, ebedîlik iksirini arayan Gılgamış gibi efsanevî şahsiyetlerden, hayatı uzatmak için modern tıbbın bütün imkânlarını kullanan günümüz insanına kadar bu arayışın sayısız misaliyle doludur. Ancak Kur’ân-ı Kerîm, bu uzun ömür arzusunun ahiret karşısındaki anlamsızlığını çarpıcı bir misalle gözler önüne serer:
”Allah, ‘Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?’ diye sorar. Onlar, ‘Bir gün veya daha az bir süre kaldık. İşte sayanlara sor’ derler. Allah buyurur: ‘Pek az kaldınız, keşke bilmiş olsaydınız!'” (Mü’minûn, 23/112-114)
Bu âyetler, Ârif’in beytinin tefsiri gibidir. Dünyada geçirilen ister seksen sene, ister bin sene olsun, ebediyetin sonsuzluğu karşısında bir “gün” yahut “bir günden daha az” bir süreye dönüşmektedir. Bu hakikati idrak eden bir insan için mühim olan, ömrün uzunluğu değil, derinliği ve muhtevasıdır. Bir gün yaşayıp da kelebek gibi arkasında rengârenk bir iz bırakan bir hayat, bin yıl yaşayıp da bomboş geçen bir ömürden daha manalıdır.
Bu açıdan bakıldığında, her an, ebediyeti kazanmak için verilmiş paha biçilmez bir sermayedir. Geçmiş, bir hatıra olarak elden çıkmış; gelecek ise meçhuldür. İnsanın elinde olan tek şey, içinde bulunduğu “an”dır. Bu anı tefekkürle, şükürle, ibadetle ve hayırlı amellerle değerlendirmek, o “bir gün gibi” gelecek olan ömrü, ebedî bir saadet gününe tebdil etmenin yegâne yoludur. Aksi takdirde, bin yıllık bir ömür dahi, sonunda sadece pişmanlık ve hasret dolu bir “ah” ile noktalanan kısa bir rüyadan ibaret kalacaktır.
Özet
Ârif, ömrün bin yıl bile olsa, ebediyet karşısında ve geriye bakıldığında bir gün kadar kısa ve geçici olduğu hakikatini vurgular. Makale, zamanın izafî yapısını, Kur’ân-ı Kerîm’deki misallerle birleştirerek, mühim olanın ömrün uzunluğu değil, Allah’ın rızasına uygun bir muhteva ile değerlendirilmesi olduğu fikrini işlemektedir.
4. Ziyâ Paşa: Zulmün Âkıbeti ve Adalet-i İlâhî
İktibas
ظالم یینه بر ظلمه گرفتار اولور آخر
البته اولور ایوی ییقانك خانهسی ویران
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Zâlim yine bir zulme giriftâr olur âhir
Elbette olur ev yıkanın hânesi vîrân
Ziyâ Paşa
Gün gelir insanlara zulmeden bir zalim de zulme uğrar.
Ev yıkanın elbette kendi evi de bir gün viran olur.
İzah ve Açıklama
Tanzimat döneminin mühim fikir ve devlet adamı Ziyâ Paşa, bu meşhur beytinde adalet-i ilâhînin tecellisine ve zulmün asla pâyidar olmayacağına dair cihan şümul bir prensibi dile getirmektedir. Birinci mısra, “eden bulur” hakikatinin bir ifadesidir. Başkalarına haksızlık ve eziyet eden “zâlim”, er ya da geç, bizzat kendisinin de bir başka “zulme giriftâr” olacağını, yani zulme uğrayacağını belirtir. “Âhir” kelimesi, bu sonucun kaçınılmaz olduğunu, belki hemen değil ama en sonunda mutlaka gerçekleşeceğini vurgular.
İkinci mısra, bu genel kaideyi somut ve tesirli bir misalle pekiştirir: “Elbette olur ev yıkanın hânesi vîrân.” Başkasının yuvasını, düzenini, huzurunu bozan bir kimsenin, kendi evinin, yuvasının da eninde sonunda harap ve perişan olacağı kesin bir dille ifade edilir. Bu, hem dünyada görülebilecek bir ilahî adalet tecellisi, hem de ahiretteki mutlak hesaba bir işarettir.
Makale: Yıkılan Haneler ve Tecellî Eden Adalet
Tarih, zulüm ile âbâd olmaya çalışanların nasıl berbâd olduklarının sayısız misalleriyle doludur. Firavun, İsrailoğullarına yaptığı zulmün karşılığını denizde boğularak bulmuş, sarayları ve saltanatı viran olmuştur. Nemrut, İbrahim Peygamber’e (a.s.) reva gördüğü zulmün neticesinde, en hakir mahlûklardan biri olan sivrisinekle helak olmuştur. Yakın tarihte dahi, milletlere kan kusturan nice diktatörün sonunun zillet ve perişanlık içinde geldiği, bütün dünyanın nazarları önünde cereyan etmiştir. Ziyâ Paşa’nın beyti, bu tarihî ve ilahî kanunun edebî bir ifadesidir.
Zulüm, sadece başkasına yapılan bir haksızlık değil, aynı zamanda kâinattaki ilahî nizam ve ahenge karşı bir isyandır. Zira tabiat, adalet üzerine kurulmuştur. Allah, mutlak Âdil’dir ve zâlimleri sevmez. Bu sebeple, bir toplumda zulüm yaygınlaştığında, o toplumun helâkı da hak olur. Kur’ân-ı Kerîm bu hususta şöyle ikaz eder:
”Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah, onları ancak gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor.” (İbrâhîm, 14/42)
Bu âyet, Ziyâ Paşa’nın beytindeki “âhir” kelimesinin hikmetini açıklar. İlâhî adalet bazen hemen tecellî etmez; bu, zâlime tövbe etmesi için verilen bir mühlet (süre) veya istidraç, yani azgınlığını daha da artırarak daha büyük bir azabı hak etmesi içindir. Lakin o mühlet bittiğinde, “ev yıkanın hânesi” öyle bir viran olur ki, ne malı ne de evladı ona bir fayda sağlar.
Bu prensip sadece büyük devletler ve zâlim hükümdarlar için değil, fertlerin birbirleriyle olan münasebetleri için de geçerlidir. Komşusunun hakkını yiyen, işçisine zulmeden, ailesine eziyet eden her fert, ektiği zulüm tohumlarının acı meyvelerini dünyada veya ahirette mutlaka tadacaktır. Başkasının huzurunu yıkarak kendi saadetini inşa edebileceğini zannedenler, en büyük yanılma içindedirler. Çünkü başkasının viran olan hanesinin enkazı üzerine kurulan bir saadet sarayı, er ya da geç sahibinin başına çökmeye mahkûmdur.
Özet
Ziyâ Paşa, zulmeden kişinin eninde sonunda zulme uğrayacağını ve başkasının yuvasını yıkanın kendi yuvasının da viran olacağını ifade ederek ilahî adaletin kaçınılmazlığına işaret eder. Makale, bu düşünceyi tarihî misaller ve Kur’ân-ı Kerîm’den âyetlerle destekleyerek, zulmün hem ferdî hem de toplumsal düzeyde daima yıkımla sonuçlanacağını, ilahî adaletin er ya da geç tecellî edeceğini açıklamaktadır.
5. Selimî (Yavuz Sultan Selim): Aşk Hazinesi İçin Kalp Tasfiyesi
İktibas
خواهی که کنج عشق کنی لوح سینهرا
از دل بشوی آینه سان کرد کینهرا
Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
Hâhî ki genc-i aşk konı levh-i sîne-râ
Ez-dil beşûy âyine sân gird-i kîne-râ
Selimî (Yavuz Sultan Selim)
Eğer gönül levhasını aşk hazinesi yapmak istiyorsan, aynanın üzerinden toz siler gibi gönlün üzerinden de düşmanlık tozunu sil süpür.
İzah ve Açıklama
Padişah şairlerden Yavuz Sultan Selim, “Selimî” mahlasıyla yazdığı bu Farsça beyitte, ilahî aşka nâil olmanın temel şartını tasavvufî bir üslupla ortaya koymaktadır. Birinci mısrada bir hedef konulur: “Hâhî ki genc-i aşk konı levh-i sîne-râ”, yani “Eğer göğsünün levhasını (kalbini) bir aşk hazinesi yapmak istersen…” Burada kalp, üzerine manaların yazıldığı bir “levha”ya, ilahî aşk ise en kıymetli “hazine”ye benzetilmiştir.
İkinci mısra, bu hedefe ulaşmanın yolunu gösterir: “Ez-dil beşûy âyine sân gird-i kîne-râ.” Bunun manası, “Kin ve düşmanlık tozunu, bir ayna temizler gibi kalbinden yıka, temizle” demektir. Kalp, aynı zamanda parlak bir “ayna” gibidir. Bu aynanın ilahî güzellikleri ve tecellileri yansıtabilmesi için üzerindeki “gird-i kîne”nin, yani kin, nefret, haset gibi kötü ahlâkın tozu ve kirinin temizlenmesi şarttır. Temizleme fiili “beşûy” (yıka) ile ifade edilerek, bu işlemin ne kadar titiz ve köklü yapılması gerektiği vurgulanır.
Makale: İlâhî Tecellîlere Âyine Olan Kalp
İnsan, kâinatın bir küçük misali, Cenâb-ı Hakk’ın sanatını ve isimlerinin tecellîlerini en câmi’ şekilde gösteren bir “âyine-i Samed” olarak yaratılmıştır. Bu aynanın en parlak ve merkezi noktası ise kalptir. Kalp, sadece kan pompalayan bir et parçası değil, iman ve marifetin, yani Allah’ı bilme ve sevmenin merkezi olan manevî bir latîfedir. Selimî’nin beyti, bu manevî merkezin nasıl faaliyete getirileceğinin formülünü sunar.
Bir aynanın üzerine toz, kir ve pas tabakası kaplandığında, artık ne karşısındaki sureti net gösterebilir ne de güneşin ışığını yansıtabilir. Aynı şekilde, kin, haset, kibir, adavet gibi manevî kirlerle paslanan bir kalp de ilahî feyizleri ve rahmet tecellîlerini yansıtma kabiliyetini kaybeder. O kalp, artık “aşk hazinesi” olamaz; bilakis, vesveselerin ve nefsanî arzuların zindanı hâline gelir. Bu sebeple tasavvuf yolunun ilk ve en mühim adımı “tasfiye”, yani kalbi Allah’tan gayrı her şeyden (mâsivâ) ve kötü ahlâktan temizlemektir.
Bu temizlik, sadece zâhirî bir ibadetle değil, derûnî bir mücahede ile mümkündür. İnsan, affetmeyi öğrenmeli, kendisine kötülük edenlere dahi kin beslemekten kaçınmalıdır. Zira kalpteki bir dirhem kin, tonlarca ibadetin nurunu söndürebilecek manevî bir ateştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir hadîs-i şeriflerinde, “Birbirinize kin tutmayınız, haset etmeyiniz, sırt dönmeyiniz ve ilâhî emirlere aykırı hareket etmeyiniz. Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz!” (Buhârî, Edeb, 57) buyurarak bu tehlikeye dikkat çekmiştir.
Kalp aynası bu kirlerden arındırıldığında, o artık ilahî aşkın tecellî ettiği bir nazargâh-ı ilâhî olur. O kalbin sahibi, baktığı her şeyde Allah’ın sanatını görür, her hadisede O’nun hikmetini müşahede eder. Gönlü, kin ve nefretin daracık zindanından, bütün mahlûkatı Yaradan’dan ötürü sevmenin enginliğine ve huzuruna kavuşur. İşte o zaman “levh-i sîne”, yani gönül levhası, paha biçilmez “genc-i aşk”a, yani aşk hazinesine dönüşür.
Özet
Yavuz Sultan Selim, bir kişinin kalbini ilahî aşkın hazinesi yapabilmesi için, öncelikle o kalbi bir ayna gibi kin, nefret ve düşmanlık gibi manevî kirlerden tamamen arındırması gerektiğini ifade eder. Makale, kalbin Allah’ın tecellîlerini yansıtan bir ayna olduğu tasavvufî düşüncesinden hareketle, bu aynanın manevî kirlerden temizlenmesinin (tasfiye) ilahî aşka ulaşmanın temel şartı olduğunu, bu temizliğin de affetmek ve kötü ahlâktan uzak durmakla mümkün olacağını anlatmaktadır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025
![]()